Eskiden yerli malı haftası kutlardık. Siyah önlüklü ilkokul yıllarımızdı, sınıftaki masaları birleştirir temiz örtüler serip evlerden getirdiğimiz gıdaları hep birlikte yerdik. Soframız şen olurdu; çeşitli meyvalar, kuru gıdalar, peynirler, kekler, kurabiyeler ve kimin annesi ne gönderdiyse o sofraya konur ve hep beraber yenirdi. Öğretmenlerimiz bize kendi kendine yeten bir ülke olduğumuzu anlatırdı.
İlkokulun iki senesini Diyarbakır Şair Sırrı Hanım ilkokulunda okumuştum, okulumuz tren yolunun kenarında idi ve biraz ileride kocaman buğday silolarının olduğu Toprak Mahsulleri Ofisi vardı. Sürekli buğday ve pirinç dolu vagonlar bir gider bir gelirdi. O kocaman siloların buğday ve pirinç dolu olduğunu ve bunları köylülerimizin ürettiğini anlatırdı öğretmenimiz. Yaşadığımız günler kendi kendine yetebilmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Yukarıdaki buğday başağı fotoğrafı ve bizim buğday dolu ambar şimdilerde bize daha çok güven veriyor ve anlamlı geliyor. Yaklaşık 400 dönüm yerel buğday ektik bu sene, hasat zamanına değin un yapmaya yetecek kadar da bugdayımız var. Taş degirmenimizde Sarı Buğday, Kavlıca, Spelt, Kızılca ve Çavdar unlarını yapabiliyoruz.
Şehirlerarası ulaşımın özel izine tabi olduğu, ülkelerin sınırlarını kapattığı bu günlerde bir çok sebze, meyve ve gıdaya ulaşmak zorlaştı. Yerel üretimlerin, kısır olmayan yerli tohumların önemi bir kez daha ortaya çıktı. Yenilebilir otları tanımak, bahçede beş tavuk beslemek, kendi gıdamızı üretebilmek, balkon ve teras sebzeciliği, kompost yapmak hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
Gıda toplulukları, topluluk destekli tarım, üretici kooperatifleri gibi gıda örgütlenmelerinin ne kadar önemli olduğunu belirterek bir kez daha diyelim ki.
Yaşasın iyi, temiz ve adil gıda.
Yaşasın yerel tohumlar, yaşasın bilge köylülük.